Prof. İsmail Kara ile İslamcılığın dünü, bugünü, yarını üzerine söyleşi/Tam metin

28.05.2013 Vatan

Başta “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi” adlı üç ciltlik antoloji olmak üzere İslamcılık üzerine birçok araştırma ve kitaba imza atan Prof. İsmail Kara ile 23 Mayıs 2013 günü İstanbul Kuzguncuk’ta yaptığımız ve 25-27 Mayıs 2013 tarihlerinde Vatan Gazetesi’nde yayınlanan söyleşimizin tümünü, hiçbir kısaltmaya gitmeden ve sohbetin akışına riayet ederek olduğu gibi yayınlıyoruz. 

İslamcılık sempozyumun koordinatörlüğünü yapan birisi olarak ne umdun ve ilk aşamada ne buldun?
İsmail Kara:
Aslında Türkiye merkezli olarak İslamcılığı tartışmak istedik. Çünkü İslamcılık bizde Türkiye merkezli hiç tartışılmadı. Tabii ki İslamcılık sadece Türkiye üzerinden bütünüyle konuşulamaz. Bu düşünce ve hareketin Türkiye’den dışarıya dönük, dışarıdan Türkiye’ye dönük ve hatta uluslararası çevrelerden Türkiye’ye dönük tarafları var. Bunları hem tarihi, hem tematik, hem de aktüel yönleriyle olabildiğince konuşmak, tartışmak istedik. Hedefimiz bu sempozyumu vesile edinerek bir kitap hazırlamak. Sempozyumdan biraz daha geniş, olabilirse biraz daha derin, genişleyip tamamlanmaya açık olarak bunu sürdürmek.

Kitap için tebliğ sunmamış bazı isimlerden yazı istenecek mi?
Kara:
Bir defa benim önemsediğim birkaç arkadaş ya Türkiye’de olmadıkları ya da başka işleri olduğu için sempozyuma katılamadı. Onlardan metin almak istiyorum. Ayrıca genişletmeyi ne kadar yapabiliriz onu oturup konuşacağız. Tamamlayıcılık vasfı taşıyan, bir kısmı bilgi veren, bir kısmı döküm olabilecek bazı yazılar, ekler de olsun istiyorum. Hatta kısa zamanda yazı yazamayacağını tahmin ettiğimiz 1-2 kişiyle röportaj yapmayı da gündeme alabiliriz. Tabii bunlar benim kısa vadede yapılabilecek şeyler diye düşündüklerim, uzun vadeli çalışmaların da önü açık olmalı.

Böyle bir organizasyonun altından kalkan Zeytinburnu Belediyesi bunun devamını da herhalde getirebilir.
Kara:
Bence de olabilir. Kendileriyle “esas istikametimiz kitap” diye konuşmuştuk. Sempozyumların ve kitapların sayısı artırılabilir.

Sonuçta sempozyum nasıl bir katkı sağladı?
Kara:
Tekrar tartışmanın önünü açtı, belki bir usul de gösterdi. Benim İslamcılık sempozyumuna müdahil olmam hem bir avantaj hem bir dezavantaj. Esasında bunun problemlerini bildiğim için orada organizatör olarak resmen gözükmedim. Sonuçta, muhteva olarak başarı oranı çok çok yüksek değil bana göre. Türkiye şartlarında iyi sayılır. Organizasyon ve hizmetler çok iyiydi yalnız, nerede ise hiçbir aksama olmadı denebilir. Kitap aşamasının daha iyi olacağını düşünüyorum. Zaten birçok konuşmacı da tebliğini bütünüyle sunamadı.

Kaç yıldır İslamcılık üzerine çalışıyorsun?
Kara:
Fiilen İslamcılık çalışmalarına başlamam 1977. İlk denemeleri de 1979’da yazdım. Bu ilk metinleri yazdıktan sonra kafam antolojiye doğru kaydı. Çünkü Türkiye’de İslamcılığın 1960 sonrası şartlarda teşekkül etmiş bir fikir olduğu düşünülüyordu ki şu anda da hakim olan paradigma maalesef hâlâ bu. Yazdığım şeylerin birikim ve zemin olarak karşılığının olmadığını görünce, “önce bunların bir metinlerini ortaya koymam lazım” dedim. Daha sonra oturup önce iki ciltlik ‘Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi’ni hazırladım. Ardından tekrar İslamcılık temalarına ve meselelerine yöneldim.

Antoloji geniş ilgi görmesine rağmen İslamcılığın 60 sonrası ortaya çıktığı düşüncesi pek değişmedi. Neden?
Kara:
Evet antoloji çok sattı ve dolaşıma girdi, bilgi ve hissiyat olarak etkili de oldu. Fakat bugün itibariyle tahmin ettiğim ölçüde gerçek bir zemin oluşturduğunu düşünmüyorum. Halbuki bunu yapması önemliydi. Bunun sebeplerini biliyorum.

Nedir onlar?
Kara:
Öncelikle, 1960 sonrası Türkiye’de teşekkül eden İslamcılık anlayışı kendi yerli kaynaklarına dönmeyi şu veya bu düzeyde reddetmiş, yumuşatarak söyleyecek olursak, önemsememiştir. Bunun altında da başka sebepler var. Bir defa bilgi yetersizliği. 60 sonrasında Türkiye’de İslamcılık hareketi içerisinden gelen insanların önemli bir kısmı yerli kaynaklara dönme kapasitesine sahip değildi ve bu kapasiteye ulaşmak için yeterli bir çaba da sarf etmedi. Tercüme okumak onlara daha kolay geldi. İkincisi, milliyetçilik ile ilgili olan problemleri dolayısıyla kendi kaynaklarına dönmeyi, “yerlilik, milliyetçilik” gibi hafif şeylerle geçiştirdiler. Bunun ideolojik tarafı da vardı, sadece geçiştirme değil. Yani mesela Mehmet Akif’e, Elmalılı Hamdi Efendi’ye, Seyyid Bey’e döndüğünüz zaman başka bir kompartımana, başka bir düzeye, başka bir donanıma intikal etmeniz lazım. İmam Hatip Okulları çevresi araç düzeyinde bunlara sahip gibi idi ama onlar da dönem bilgisinden, modernleşme hadisesinden üst düzeyde habersizdi. Diyelim ki Mustafa Sabri Efendi’yi, Bediüzzaman’ı Gazali gibi okudular ve meseleyi tam olarak anlayamadılar, benzerlikleri ve farklılıkları göremediler.

Yani Akif’e dönüldüğü zaman, popüler anlamda gözde olan İslamcılığın dışında daha bir karışık bir yerlere savrulma ihtimali var.
Kara:
Savrulma veya daha fazla mesai sarf etme. Bu muhteva olarak da öyle. 1924 öncesine intikal ettiğinizde milliyetçilik ya da başka sebepler üzerinden Türkiye’deki İslamcılık karşıtlığı falan rahat yapamazsınız. Önünüzde devasa tartışmalar, mücadeleler, eserler var, İstiklal Marşı adlı bir metin var. Hem dini hem milli, hissiyatı da çok yüksek. Bu metni bir defa ciddiye alıp anlamanız lazım. Bu psikolojiden çok uzaktılar. Hâlâ da uzaklar. Onun için küçümseyerek, üzerinden atlayarak idare ediyorlar. Halbuki Cemaleddin Afgani’den hem bilgi, hem ufuk olarak çok yukarda insanlar var. Ayrıca kendi kaynaklarına dönmek aynı zamanda bir tenkit süreci ve imkânının da önünü açacaktı. Zira Akif’e döndüğünüz zaman aynen Akif gibi olmak ve düşünmek gerekmez, zaten mümkün de değil. Bu olmadı.

O zaman şunu söyleyebilir miyiz: Türkiye’de 60 sonrasındaki İslamcılık büyük ölçüde dışarıdaki birtakım isimleri öne çıkarttı, yani Necmettin Erbakan’ın deyimiyle taklitçilik yaptı…
Kara:
1960 sonrası tercümelerle gelen İslamcılıkla 2. Meşrutiyet dönemi İslamcılığını muhteva olarak karşılaştırdığınızda benzerliklerin farklılıklardan çok olduğunu görürsünüz. Ne var ki 60 sonrası İslamcılığı, cumhuriyet öncesi İslamcılığı “yenilmiş” ve “sesi gür çıkmayan, sisteme entegre olmuş” bir İslamcılık olarak görüyor. Yoksa Müslüman Kardeşler’in İslam yorumuyla meşrutiyet İslamcılığının İslam yorumu arasında zıtlıklardan çok paralellik var. O noktada başka unsurlar devreye giriyor.

Bütün bunları ümmetçilik kavramıyla açıklayamaz mıyız?
Kara:
Ümmetçilik İslam dini ve kültürünün içerisinde olan bir şey. Bir Müslümanın diğer Müslümanlarla kardeş olması, onları gözetmesi anlamında her Müslüman ümmetçidir. Problem burada değil. Problem şurada: Ümmetçilik 60 sonrası İslam dünyasındaki İslamcı hareketlerde milliyetçi ve yerli unsurları baskılayarak siyasi ve fikri birliği sağlamak için kullanılan kuvvetli bir araç haline dönüşüyor. Bunun daha önceki dönemde de bazı unsurları var. Üstüne, Marksist-sosyalist söylemlerden etkilenerek enternasyonalizme açılan bir kapı oluyor. Bu iki unsur da Türkiye’de 60 sonrası İslamcılık açısından fevkalade önemli. Dolayısıyla ümmetçiliğe doğru bir ses, bir his yükseliyor. Bunun kültürel zemini de hazır. Bu farkı ve problemi anlamak lazım. Yani burada şaşırtıcı bir şey yok. Benim için önemli olan nokta ümmetçiliğin ortaya çıkardığı anlama problemlerine, yan meselelere, zayıflayan alanlara hiç eğilmemiş olması.

Dünyadaki İslami hareketlere baktığımızda, birbirinden habersiz insanların benzer yönelişlere girdiğini görüyoruz. Bir dönem Müslüman Kardeşler çizgisi hakimdi, ardından İran Devrimi yaşandı. Bu arada çok fazla politik olmak istemeyen, çoğu tasavvufa yakın cemaatler varlıklarını sürdürdü. Yakın dönemde El Kaide ortaya çıktı ve şimdi de İslamcılar teker teker iktidara geliyor. Bu durumları dünyadaki küreselleşmeyle mi açıklayacağız?
Kara:
Burada çok farklı değişkenlere göre değerlendirilmesi gereken bir hadise var. Hadiseye fikri olarak bakarsanız tarikatlar ve cemaatler hariç bu aktivist hareketlerin fikri muhtevasının benzerliklerini öne çıkarabiliriz. Yeni-Selefi hareketiyle Müslüman Kardeşler arasında çok rahatlıkla fikri irtibat kurulabilir. Hatta Türkiye’deki cumhuriyet öncesi İslamcılıkla irtibat kurulabilir. O bakımdan bunların benzer taraflarını öne alarak analiz yapmak hiç de zor olan bir şey değil. İkinci bir değerlendirme unsuru şu: Muhalefeti mi yoksa uyumu mu öne çıkartıyorlar? Bu açıdan baktığınızda bu hareketler kendi tarihleri içerisinde bile farklı şekilde duruyor. Bunun en tipik örneği Mısır’daki Müslüman Kardeşler. Türkiye’deki AK Parti. Çok kısa zaman önceki tarihlerine baktığımız vakit muhalif bir hareket olarak karşımıza çıkıyorlar. Bugün baktığımızdaysa uyum politikaları takip ediyorlar. Bu durum yorumcuları da çok ciddi ölçüde yanıltıyor. “İslamcılık öldü” tartışmalarının en önemli problemi de belki burası.

Yani “İslamcılık hem uyumu hem muhalefeti barındırır. Dönemsel olarak uyum veya muhalefet öne çıkabilir ama yapı hep aynıdır” mı diyorsun?
Kara:
İslamcılık Türkiye’de de, dünyada da İslam’ın bir alt başlığıdır. Modern dünyada zaman zaman bu yeni yorum İslam’ın önüne çıkıyor veya çıkartılıyor. Ayrıca görünürlüğü de var. Yani öne çıkmasında sakınca yok. Fakat ilim ve fikir adımlarının ihmal etmemesi gereken şey, İslamcılığın İslam’ın alt başlığı olduğudur. Dolayısıyla İslam çok taraflı büyük bir problem olarak hem modern dünyanın, hem İslam ülkelerinin karşısında durduğu müddetçe bunun bir alt başlığı olan İslamcılık varlığını kesin olarak sürdürecektir. Bu mantıki bir çıkarımdır. Bunun inişi çıkışı, muhalefet tarafının zayıflaması uyum tarafının yükselişi gibi hususlar hep olacaktır. Bugün Türkiye’de olup bitenden yola çıkarak İslamcılığın ölümünü ilan edecek olursak 1924-1944 arasına ne diyeceğiz? O tarih diliminde İslamcılık hiç yoktu. Sessizliğe gömülmüş bir haldeydi. Bu 20 sene aslında bir asır denebilecek uzun bir dönem. Nasıl oluyor da bu kadar uzun bir zaman sessizliğe bürünmüş bir hareket tekrar canlanabiliyor? Bu arada üçüncü bir noktayı atlamayalım: Modern dünyada İslamcılık hareketlerinin harekete geçirici güçlerinden biri uluslararası çevrelerdir. Bunu unutuyoruz. Bu yükseliş ve düşüşlerde sadece İslam ve sadece İslam dünyasının yerel dinamiklerini değil aynı zamanda uluslararası çevrelerin bu hareketlerle münasebetlerini, yönlendirme ve biçimsizleştirme taleplerini, bir yere doğru itme politikalarını ihmal edemeyiz.

Neden?
Kara:
Çünkü felsefi olarak modern düşüncenin karşısında duran tek şey aslında İslam. Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi modern dünyanın kurucu unsuru değil. İslam hâlâ modern dünyanın karşısında felsefi olarak duran tek din, kültür ve blok. Bu bloğun binlerce rengi, çokça farklı seviyesi var. Dolasıyla modern dünyanın İslam ile ilgilenmesi normal. İslam’ın modern dünyanın karşısında fiili olarak bir tehdit olmadığını biliyoruz. Fakat potansiyel olarak neredeyse tek tehdit unsuru. Fiili olarak tehditmiş gibi gösterilmesi uluslararası çevrelerin başarısıdır.

Neden fiili olarak tehdit değil?
Kara:
Fiili olarak tehdit olabilmek için maddi güç lazım.

Potansiyel tehdidi algılayan Müslüman olmayan güçler bu hareketleri denetim altına almak için çaba mı sarf ediyor?
Kara:
Hem de nasıl. Bunun çok uzun bir tarihi var. Meseleyi görmek için tarihi bir örnek veriyorum. Osmanlı hilafetinin gayri meşruluğunu ilk defa Hindistan’daki İngiliz misyonu elemanları dile getiriyor. Londra’da çıkıyor bu yayınlar. İngiliz politikacılarının bu Osmanlı hilafeti karşıtı fikirlerini cevaplayan kişiyse o sırada İstanbul’da üst düzey bir bürokrat olarak çalışan meşhur sözlükçü Redhouse. Bu hilafet karşıtı söylemlere cevap veriyor ve Osmanlı hilafetini savunuyor. Daha önemli olan bu metnin de Londra’da basılmış olmasıdır. Yani Londra hem hilafeti savunan çizgiyi hem hilafet karşıtı çizgiyi kontrol edebiliyor.

Peki bunu günümüze uyarlarsak?
Kara:
Uluslararası merkezler için bir hareketin şeriatçı olması, milliyetçi olması, sosyalist olması önemli değil. Önemli olan kullanılmaya elverişli olup olmadığıdır. Peşi sıra da tabii kontrol edilip edilemediğidir. Onun için uluslararası çevreler “şeriatçı” bir oluşumu destekleyebilir. Bunda şaşırtıcı bir şey yok. Yakın ve uzak tarihte örnekleri de var.

Bugün Mısır, Tunus, Libya’da İslamcılar iktidara geliyor, Suriye’de de eli kulağında gibi. Türkiye’de de AKP 10 yıldır iktidarda. Bunlara toplu olarak baktığımızda “İslamcılık kazanıyor” diyebiliyor muyuz?
Kara:
İslamcılık hareketi içerisinde uyumu öne çıkartan bir fikir her zaman kuvvetli bir unsur olarak vardır. Dolayısıyla uyum çizgisi üzerinden değerlendireceksek buna başarı olarak bakılabilir. Fikre ve muhtevaya, ilkelere bakan için başarı ölçüsü sadece uyum ve iktidara gelmek olamaz. Çünkü bunlar aynı zamanda çürütücü ve zayıflatıcı unsurlar.

İktidarı istiyorlardı ve elde ettiler.
Kara:
Mısır’da ve Tunus’ta iktidara mı geldiler yoksa oraya sürüklendiler mi? Benim fikrim iktidara sürüklendikleri istikametindedir. Türkiye’ye intikal etmeden şunu da söyleyelim: İslam dünyasında bugün olup bitenleri Soğuk Savaş sonrasının şartlarına İslam dünyasının uyarlanması olarak görüyorum. Ve bugünden geriye bakarak diyorum ki bu uyarlanma aslında Türkiye’de 12 Eylül ile Mısır’da 1981’de Mübarek’in gelişiyle, 1979 İran devrimiyle, 1978 Pakistan darbesiyle başladı. Birinci etap budur. 70’lerin sonu 80’lerin başı. Bir de Afganistan Cihadı var. Bunların hepsi aslında Soğuk Savaş sonrası düzenlemelere doğru giden çizgiler. İslam dünyasının büyük coğrafyalarında yaklaşık aynı tarihlerde olan fakat ilk bakışta farklı tarafları önde gibi gözüken gelişmeler bu zaviyeden bakılınca birbirine yaklaşıyor. Türkiye’yi Mısır, İran, Pakistan üzerinden yeteri kadar açıklayamayız. Benzer tarafları var ama yeteri kadar açıklanması mümkün değil.

Ne gibi farklılıkları var?
Kara:
1970 sonları ve 80 başlarında İslam dünyasının büyük coğrafyalarında İslamcılık hareketleri daha fazla radikalleşirken Türkiye’deki İslamcılık hareketleri uyum hattına doğru intikal ediyor. Mısır, İran, Pakistan bölgelerinde 1990’lardan sonra ve hatta 2000’lerde başlayacak olan yönelişler bizde 12 Eylül darbesinden sonra başlıyor. Uyum hattı kuvvetleniyor. Ben Türkiye’deki Milli Görüş hareketini fikriyat açısından önemseyen bir insan değilim biliyorsunuz. Fakat siyaset açısından, muhalefet söylemi açısından İslamcılığa dolaylı katkısı, etkisi itibariyle önemli bir harekettir. Bakınız MSP çizgisinin Refah Hareketi’yle birlikte sert muhalefet damarından vazgeçmesi, uyum çizgisine doğru seyretmesi 1980li yılların sonlarına doğru başlıyor. Adil düzen böyle okunabilir.

Erbakan sistem karşıtı değildi değil mi?
Kara:
Erbakan hiçbir zaman sistem karşıtı olmadı, biyografisi ortada, sistemi kendisinin, Müslümanların daha iyi çalıştıracağını, ıslah edeceğini savundu, ama sert ve etkili bir muhalif söylemi vardı. Onu sistem karşıtı gösteren ve iktidara taşıyan bu söylemdir. Bu söylem aynı zamanda İslamcılık hareketini de etkiledi, besledi, dönüştürdü.

Milli Görüş hareketinin ana hedefinin dindarların merkeze taşınması olduğu görüşüne katılıyor musunuz?
Kara:
Tabii ama bunu başlatan Milli Görüş değil, DP ile başlıyor. Unutmayın, Erbakan’dan önce mürteci siyasi figür Demirel’di. Tespihli, takkeli karikatürleri var. Bütün cemaat ve tarikatlar onu destekliyor. O da onları. Takunyalılar sözü onun bürokratları için kullanıldı ilk defa. İşte Özal kardeşler, Recai Kutan, Nevzat Yalçıntaş... Aynı zamanda bu Türkiye’de din-devlet ilişkilerinin siyasi kültür açısından da analiz edilmesini gerektiren bir husustur. Türkiye’de din-devlet çatışması üzerine kurulu bir siyasi söylemin toplumsal karşılığı yoktur. Bunu da hesaba katmak lazım. Sadece Müslümanları sisteme taşımak ve hatta sert muhalefeti eritmek değil, burada Türkiye’deki din-devlet ilişkilerinin ana mantığı üzerinden bir siyasi söylem arama arayışı da var. Erbakan bu çizgiyi kuvvetlendiren bir isimdir şüphesiz.

80 sonrası uyum diyorsun. İnsanın aklına burada tabii ki Erbakan ve Refah ama aynı zamanda Fethullah Gülen hareketi geliyor. Uluslararası çevrelere uyum konusunda Gülen Hareketi’nin şampiyon olduğunu söyleyebiliriz. Milli Görüş hareketini de buna katıyorsunuz ama biliyoruz ki Milli Görüş hareketiyle Gülen hareketi ilk yıllarda istisnai bir durum var ama daha sonra ayrı ayrı yol aldılar. Birbirleriyle çok alenen kavga etmeseler bile birbirlerinden haz etmediklerini biliyoruz. Mesela 1990 ortalarında Fethullah Gülen tüm siyasi partiler ile Ecevit ile Türkeş ile iletişime geçerken Erbakan ile mesafeyi ciddi bir şekilde korudu. Bu nasıl oluyor? Bu uyum içerisindeki rekabetten mi kaynaklanıyor?
Kara:
Fethullah Gülen hareketi ile Türkiye’deki siyasi hareketler arasındaki ilişkileri sadece bugünün tezahürleri üzerinden anlayamayız, biraz geriye gitmemiz gerek. Muhtemelen birinci sırada söylememiz gereken şey şu: Fethullah Gülen hareketinin büyük ölçüde yaslandığı Risale-i Nur fikriyatı dini mutlak manada koruma noktasında sistem karşıtıdır fakat siyasi olarak bir uyum hareketidir. Dolasıyla bu hareketin içerisinde uyum ve muhalefet birlikte vardır. Fevkalade uyumu gözeten bir siyasetleri ve yapıları da vardır. Tabii şimdi teşkilat akıl almaz derecede büyüdükçe uyum tabir caizse biraz gösterişe dönüştü. Bediüzzaman’ın din merkezli Ankara’ya karşıtlığını, ama siyaset merkezli Ankara’yı önemseyen, oraya doğru bakan tavrını görmek lazım. Onun için eski Said-yeni Said ayrımında ben diyorum ki bir de son Said var. Son Said bir Demokrat Partili’dir adeta, bunu unutmayalım. Fethullah Hoca hareketinin 12 Eylül öncesi ve sonrası arasında bana kalırsa siyasi tavır bakımından sistematik bir ayrım var. MSP ve Erbakan çizgisi sert muhalefet söyleminden uyum söylemine doğru hareket ettikçe tarikat ve cemaatlere daha fazla yaklaşmıştır. Yani Fethullah Hoca cemaati ile AK Parti arasındaki yakınlaşmayı sadece AK Parti ile alakalı ve sınırlı görmemek lazım. Bu Refah Partisi çizgisiyle başladı ve 1991 seçimlerinden itibaren giderek daha fazla görüldü. Ayrıca arada bir de Özal var. AK Parti aslında Anavatan tecrübesini bu manada ikinci defa yaşayan veya siyasi olarak bu başarıyı sağlayan bir harekettir. Senin işaret ettiğin AK Parti ile cemaatin birbirlerine pek güvenmemeleri meselesi iki tarafın da sadece aktüel olarak değil tarihsel olarak da bildiği ve yaşadığı bir hadisedir. Türkiye’de cemaatler ve tarikatlar destekledikleri iktidarla mutlak bir ilişki kurmazlar, mutlak bir güven ilişkisi de geliştirmezler. Onların öne çıkardığı şey kendi varlıklarını sürdürmek ve olabildiğince kendilerini korumaktır. Korumak amacı birinci sıradadır. Söylem olarak bu İslam’ı ve Müslümanları korumak manasına da gelmektedir. Onlarla münasebete geçen siyasi partiler de bunu bilir. Tarikat ve cemaatlerin nerede ise tamamının 1982 anayasasına, ardından 1983 seçimlerinde Özal’a destek vermesine Demirel’in şaşırdığını hiç zannetmiyorum.

Ama bu arada güçlenmek de vardır.
Kara:
Evet, güçlenmek de var. Bunun için iktidara gelebilecek sağ partilere destek verirler. Ayrıca bu tercih sadece onlara has bir tercih de değildir. Fethullah Gülen’in Ecevit’e temayül göstermesi istisnai bir şeydir. Bu da 12 Eylül sonrası Türkiye’deki siyasi kültürün dağılmasıyla alakalıdır. Mesela 1980 öncesi şartlarda olması mümkün olmayan bir şeydi bu. Unutmayınız ki bu grup Erbakan’ın Ecevit ile koalisyon kurmasına çok sert karşı çıkmıştı ve hatta bu yüzden parti içindeki Risale-i nur mensupları ayrılmışlardı.

Yeni Şafak’ta Akif Emre AKP’yi İslamcı değil de Müslümancı diye tanımlıyor. Böyle bir tabire nasıl yaklaşıyorsun?
Kara:
Yine belki muhalefet ve uyum ayrımına intikal etmemiz lazım. AK Parti Türkiye’deki İslamcı çizgi içerisinde mütalaa edilecek. Biz beğenelim, beğenmeyelim tarihi olarak bu böyle. Fakat uyumu mutlaklaştırmış bir çizgi olarak. Müslümancı ifadesi belki psikolojik, bürokratik ve iktisadi manada doğru olur. Çünkü kültürel olarak, mesela din eğitiminin kalite kazanması, dini yayıncılığın, gazete ve televizyonların fikir ve muhteva itibariyle güçlenmesi manasında AK Parti’nin Türkiye’ye bir katkısını görmedik. Genel eğitim ve kültür alanından da bahsedebiliriz. Binalardan, bütçelerden, sayılardan bahsetmeyeceksek eğer AK Parti’nin tamamen ihmal ettiği alan milli eğitim ve kültürdür diyebiliriz. Milli eğitim ve kültür politikaları itibariyle Türkiye’nin iyi bir dönemden geçtiğini sanırım kimse iddia etmeyecektir. Ders kitapları felaket. İngilizcenin bu kadar tahakküm ettiği bir dönemde Türkçe, edebiyat, tarih eğitimi yerlerde sürünüyor. Üniversite diye bir şey kaldı mı çok şüpheli. Milli Eğitim ve Kültür bakanlıkları AK Parti döneminde yayıncılıktan vaz geçti. Kimsenin umurunda değil.

El Kaide hakkında ne düşünüyorsun? Bu bile tek başına İslamcılığın ölmediğinin delili değil mi?
Kara:
Bu hadiseye de bir Türkiye’den bir de dışarıdan bakmak lazım. Benim anladığım kadarıyla El Kaide gibi bir radikalliğin Türkiye’de hiçbir karşılığı olamaz. Bu konuda senden biraz farklı düşünüyorum. Mesela Türkiye’den bir kısım radikaller, onlara radikal mi demek lazım ondan da çok emin değilim, Afganistan’da, Bosna’da, şimdi de ben çok emin değilim ama bir rivayete göre Suriye’de savaşıyorlar. İran’a da gittiler. Benim görebildiğim kadarıyla bu bile El Kaide mantığı içerisinde bir yere oturmuyor. Çünkü bunlar gittiler, döndüler. Oradaki haletiruhiyelerini bilemem ama nasıl gittilerse öyle döndüler. Onun için El Kaide çizgisi Türkiye ile ilgili bir çizgi değil. Onun için bu İslamcılık öldü mü ölmedi mi tartışmasını yaparken Mısır’da, İran’da, Afganistan’da olup bitenleri öne çıkarmayı doğru bulmuyorum. Bunları tabii ki mukayese unsuru olarak kullanmalıyız, ama birinci sıraya bunları çıkararak yapılacak Türkiye İslamcılığı analizini realiteye uygun ve sağlıklı görmüyorum. Türkiye’ye intikal ettiğimiz zaman Türkiye’deki İslamcılığın tarihini konuşmamız lazım ki ölen bir şey var mı yok mu buna bakalım. Mümtaz’er beyin yazılarında yazmadığı fakat kendi tebliğinde söylediği “duygu ölümü” ifadesi var. Bakın hissiyat zayıflaması manasında bu anlaşılabilir fakat yazılarında ve kitabında söylediği şey bütün bir ölümdür. Ölüm metaforunu kuvvetli bir tez olarak kullanabilmemiz için en azından tarihi devreye sokmamız lazım. Türkiye’nin yakın siyasi tecrübelerini, İslam’ın bu noktadaki konumunu hesaba katmamız lazım. Ayrıca İslamcılığı ortaya çıkaran veya kuvvetlendiren unsurlar ortadan kalkmış değil ki. Bir kısmı artarak sürüyor, derinleşiyor, sertleşiyor.

Türkiye’de İslamcılar, hatta genel olarak sağcılar AKP iktidarını zor durumda bırakmama gibi bir reflekse sahipler. Mesela geçmişte İslamcıların en net başkaldırışları başörtüsü eylemleriydi. AK Parti iktidarında uzun bir süre başörtüsü yasağı sürdü ama eylem olmadı.
Kara:
Burada iki husus var. Birincisi, AKP bu süreci çok iyi idare ederek kendisini destekleyenleri bir şey yapamayacağı hususunda ikna etti, beklemeyi meşrulaştırdı. İkincisi, psikolojik olarak İslamcılar, sağcılar, milliyetçiler AKP’ye önceki DSP-MHP-ANAP koalisyonu gibi bakamazlardı. Bunu da anlamak lazım.

İslamcılığın öldüğü algısının oluşmasında İslamcıların AKP’ye güvenip ona kredi vermelerinin etkisi yok mudur?
Kara:
Bu çok taraflı bir şey. 1999-2001 arasında yaşanan tecrübelerden sonra iktidara geçmiş olması gibi muazzam bir hadise var. 28 Şubat süreci insanların kafasında canlı, birçok insanın dokularında bile canlı olarak duran bir şeydi. AKP bunu yönetti. AKP bunu kullanmak ve yönetmek için büyük çaba sarf etti. Zaman içinde medyayı da kontrol altına aldı veya medya ona yanaştı. Sanki bu tür şartlar daha etkili oldu gibi geliyor bana.

İslamcılık düşüncesi şu anda çok kısır değil mi? Mesela antolojinin yeni bir cildini yapsan şu anda yaşayan insanlardan kaç kişiyi alırsın?
Kara:
Ben zaten metodolojik olarak 3. cildi zorlanarak hazırladım. 3. cilt muhteva olarak bence ilk iki cildin doğrusal bir devamı değil. Bir bakıma normal de, tekpartili yıllar geçmiş üzerinden. Şu anda Türkiye’de İslam meselesinin his, bilgi, felsefe, hayat biçimi düzeylerinde ele alınışının zayıfladığı bir dönem yaşanıyor. İslamcılığın zayıflaması biraz da bununla alakalı. Fakat aynı zamanda İslamcılık, siyasal İslam merkezli bir yaklaşım Türkiye’de İslam meselesini konuşulur ve tartışılır bir mesele olmaktan da çıkartıyor. Buna işaret etmek için yıllar önce “İslamcılık gelip geçer önemli olan İslam ve Müslümanlıktır” demiştim. Çünkü bu Türkiye için varoluşsal bir şeydir. Halbuki Türk üniversiteleri, ilim ve fikir adamları, sanatçıları ve İslamcıları bu meseleyi tartışmıyor. Aktüel olan esas olanı örtüyor. Halbuki dünyanın bu yeni krizler döneminde Türkiye’nin İslam’la olan ilişkisini yeniden ve ciddi olarak konuşması ve tartışması lazım.

1994’deki röportajımızda başlığa çıkarttığımız “demokratikleşme İslam’ın önünü açar” sözü geçen 20 yılda epey doğrulanmışa benziyor, ne dersin?
Kara:
Tabii. Bu kaçınılmaz bir şey. Demokratikleşme çizgisi Türkiye’de uyum çizgisini kuvvetlendiren bir çizgi olarak da işliyor aynı zamanda. Gerçekten görünür olarak İslam’ı öne çıkartıyor. Bunu ihtilali yapanlar (veya ihtilali yaptıranlar) da biliyorlardı. O bakımdan demokratikleşmenin İslam’ı öne çıkartacağı fikri bugün için de geçerli. Problem görünürlükle muhteva arasında.

AKP’nin demokrasi dışı bir yola yönelmesi ihtimalinde bu İslam’a zarar verir mi?
Kara:
Uyum çizgisi aslında Türkiye’deki İslam meselesini zayıflatan bir şeydir. Çünkü siyasi başarı diğer bütün önemli problemleri örter. AKP’nin örttüğü gibi. Biraz önce başörtüsünü söyledin. Onun için görünürlük ve maddi yükselişler, sayısal artışlar ilim ve fikir adamlarının her zaman bel bağlayacağı şeyler değildir. Ben AKP’nin iktidarda kalmak için yapacağı demokrasi dışılıklar hariç demokrasi dışı bir yola sapacağını düşünmüyorum fakat Türkiye’de İslam’ı aşağıya çekmek ve biçimsizleştirmek için bir operasyon yapılacaksa bu AKP üzerinden yapılabilir. Erbakan üzerinden yapıldığı gibi.

Çünkü İslamcılık aslında siyasi bir şey değil çok daha farklı bir şey.
Kara:
İslamcılık aynı zamanda siyasi bir düşünce ve harekettir. Fakat sadece siyasi bir hareket değildir. O yüzden uyum çizgisi üzerinden giden siyasi başarı Türkiye’de İslam meselesinin derinlemesine konuşulmasını engelleyecek ve zayıflatacaktır. Bu sadece İslamcılar için değil Türkiye için büyük bir kayıptır. Çünkü Türkiye’nin hiçbir meselesi İslam’la irtibatlandırılmadan konuşulamaz ve anlaşılamaz. Türkiye bu büyük problemin bence hiç farkında değil.

Siyasi başarı böyle bir zarar getiriyorsa o zaman siyaseten başarısız mı olsun?
Kara:
Hayır en azından benim siyasi başarılara karşı çıkmak diye bir derdim yok. Türkiye’nin siyasi başarıya da çok ihtiyacı var. Fakat siyasetle sınırlı olarak hadiseye bakmayan biri olarak siyasi başarının kayıplarına ve kazançlarına birlikte bakıyorum. Burada sarmal bir gidiş var. Birbirini hem taşıyan ve hareketlendiren, hem ezen ve biçimsizleştiren bir gidiş. Türkiye’de siyaset alanı aktüel olana mahkum olarak yürüyor. Bu biraz siyasetin tabiatında da olan bir şeydir. Fakat hiçbir siyasi hareket ve başarı yerli bir düşünceye, daha evrensel bir felsefeye hatta bir inanca yaslanmadan büyük ve sürekli olamaz. Türkiye’de yaşanan siyasi başarıların aynı zamanda Türkiye’nin başarısı olamayışının sebebi de bu.

Ruşen Çakır İsmail Kara Söyleşisi



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

YAZI DİZİSİ
1 Söyleşi İsmail Kara/1 “Uluslararası çevreler şeriatçı bir oluşumu da destekleyebilir” 25.05.2013
2 Söyleşi İsmail Kara/2 “Erbakan hiçbir zaman sistem karşıtı olmadı” 26.05.2013
3 Söyleşi İsmail Kara/3 “İslamcıların siyasi başarıları diğer önemli problemleri örtüyor” 27.05.2013
4 Prof. İsmail Kara ile İslamcılığın dünü, bugünü, yarını üzerine söyleşi/Tam metin 28.05.2013

Son makaleler (10)
19.11.2024 Nihayet birilerinin beklediği ve umduğu gibi Devlet Bahçeli geri adım mı attı?
10.11.2024 Abdullah Öcalan’a sormak istediğim 20 soru
10.11.2024 Hasan Cemal ile söyleşi: Zamâne Diktatörleri
07.11.2024 Burak Bilgehan Özpek ile söyleşi: Bahçeli DEM Parti açılımından ne umuyor, ne bulabilir?
06.11.2024 Transatlantik: Trump nasıl kazandı? Türk-Amerikan ilişkileri nereye?
05.11.2024 Hatem Ete ile söyleşi: Bahçeli ile Erdoğan ayrışıyor mu?
03.11.2024 Fethullah Gülen öldüğüyle kaldı
01.11.2024 Ruşen Çakır ve Kemal Can ile Haftaya Bakış (239): Esenyurt Belediyesi’ne kayyum atandı - CHP ne yapacak?
30.10.2024 Transatlantik: ABD seçimlerine son 5 - Türkiye’de çözüm süreci tartışmaları İsrail’in İran’a cevabı
27.10.2024 Ertuğrul Özkök niçin Fethullah Gülen’i çok sevmişti?
19.11.2024 Nihayet birilerinin beklediği ve umduğu gibi Devlet Bahçeli geri adım mı attı?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı