Transatlantik: Suriye’de neler oluyor? Neler olabilir?

04.12.2024 medyascope.tv

4 Aralık 2024’te medyascope.tv'de yaptığımız Transatlantik’i yayına Tania Taşçıoğlu Baykal hazırladı

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”le karşınızdayız. Bu hafta Ömer Taşpınar, Gönül Tol ve Ruşen Çakır tam kadroyuz. Arkadaşlar, merhaba. Bu hafta sâdece Suriye’yi konuşacağız. Ben bununla ilgili çok yayın yaptım ve hemen hemen her yayında herkese aynı şeyi soruyorum. Ömer, seninle başlayalım bu hafta.
Ömer Taşpınar: Gönül’le başla Ruşen.

Ruşen Çakır: Gönül’le başlayalım, tamam. HTŞ’nin böyle gelip ânında saldırması ve kısa bir süre içerisinde Halep’i alması sürpriz oldu, ben şaşırdım doğrusu. Doğru dürüst iç çatışma bile olmadı, değil mi? Bırakıp gitmişler. Ben şaşırdım. Bunun işâreti hiç mi yoktu? Nasıl olur? Belli ki uzun zamandır hazırlanıyorlarmış. Bir tür 7 Ekim Hamas saldırısı gibi, bir yönüyle; ama Hamas saldırısı belli bir yerden sonra başarısız oldu sonuçta, cevâbını getiremedi. Ne diyorsun Gönül? Böyle büyük bir saldırı nasıl beklenmedik olabiliyor?
Gönül Tol: Ruşen, aslında saldırının kendisi beklenmedik değildi. Eğer 7 Ekim saldırısıyla kıyaslayarak söylüyorsan, o gerçekten sürpriz değildi. Pek çok istihbârat örgütü onu öngöremedi; ama HTŞ’nin bu saldırısı aslında “Geliyorum” diyordu. Nitekim aslında HTŞ bu saldırıyı bundan bir buçuk ay önce, ekim ayında yapmak istemişti. Türkiye o zaman bunu veto etmişti, açık kaynaklarda da bulabilirsin. Dolayısıyla o anlamda bir saldırı değil. Hatta geçen nisan ayında HTŞ’nin lideri Colani’nin yaptığı bir açıklama var, “İnşallah bayram geldiğinde biz Halep ve Şam’ı almış oluruz” diyor. Çok uzun zamandır hem bu saldırıya hazırlanıyorlardı hem de bunu yapacaklarını açık açık söylüyorlardı. O anlamda bu saldırı şaşırtıcı değil. Ama şaşırtıcı olan, Halep’i çok çabuk alabilmiş olmaları. Herkes, “Esad rejimi ekonomik, sosyal olarak da çok zayıf; ama askerî olarak da çok zayıf bir durumda” diyordu; fakat bence Türkiye de dâhil hiç kimse –ki Türkiye bu operasyona yeşil ışık yaktı– Halep’in bu kadar çabuk düşmesini beklemiyordu. Halep çok önemli. 2016 yılında Halep düştüğünde söylenenleri hatırlayalım. “Düşmek” yanlış kelime oldu, Halep’in 2016 yılında rejim tarafından yeniden ele geçirilmesi “Esad bu savaşı kazandı” söylemlerine sebep olmuştu. Dolayısıyla Halep sâdece ülkenin ticârî kalbi ve ikinci büyük şehri değil, aynı zamanda da 2011’den îtibâren başlayan savaşta çok önemli yeri olan bir şehir. Dolayısıyla asıl sürpriz olan, rejimin bu kadar önemli bir yeri 48 saat gibi kısa bir zamanda kaybetmiş olması.

Ruşen Çakır: İsterseniz “kısa kısa” yapalım, çünkü konuşacak çok şey var. Ömer, sana da şunu sorayım: Hemen konjonktüre bakılıyor ve hepsi haklı tabiî: Suriye’nin en büyük destekçileri olan Iran, Hizbullah ve Rusya, kendi dertlerine düşmüş durumda. Birçok analist “Yardımına da kimsenin gidemeyeceği bir zamânı hesapladı, hesaplamış olmalı” diyor. İlk başta görünen bu. Olay bu kadar yalın mı?
Ömer Taşpınar: Aslında baktığımızda Rusya’nın Ukrayna ile meşguliyeti, İran’ın da Hizbullah ve Hamas nedeniyle zayıflaması, bu zamanlamayı belirli bir derecede açıklıyor. Fakat bunlar yeni gelişmeler değil. HTŞ bu hamleyi çok daha önceden de yapabilirdi. O demin konuştuğumuz konu gibi, nisanda, ekimde bir şekilde buna niyet göstermeleri, Türkiye’nin de devreye girip “Yapmayın” demesi, bir bakıma HTŞ’nin –İran ve Rusya meşgul, ama bir yandan da İsrail’in Hamas’a ve Hizbullah’a karşı başlattığı bir savaş var– sanki bu İsrail cephesine yarayacak bir şeyi yapmama niyeti göstermiş olması da önemli. Zamanlamaya bakarsak, neredeyse tam Hizbullah’la İsrail arasında ateşkesin imzâlandığı günden sonra, o haftadan sonra oluyor. Bir bakıma bu şunu da gösteriyor: HTŞ sonuçta cihadcı bir örgüt, Türkiye de dâhil olmak üzere bir sürü ülkenin terörist organizasyonlar listesinde. Baktığımızda böyle bir örgüt bütünüyle İsrail’in işine yarayabilecek gibi gözükecek bir hamleyi de zamanlama olarak öyle yapmak istememiş olabilir. Bir şekilde İsrail-Hizbullah cephesinde bir durgunluk olduktan sonra buna girişmesi önemli.
Büyük resimde, Rusya’nın Ukrayna’da olması tabiî ki en azından Suriye’ye odaklanmasını engelledi. Suriye cephesi her ne kadar Rusya için önemli olsa da, İran için sâdece önemli değil, hayâtî önemde. Fakat İran’ın da Suriye’deki varlığına baktığımızda, burada ciddî bir Hizbullah cephesi var. Ama bir de Devrim Muhafızları ve Kudüs Güçleri meselesi var. Burada Kasım Süleymânî gibi bir stratejik beynin artık İran’da bu işlerin başında olmaması ve Hasan Nasrallah’ın da bir şekilde devreden çıkarılması, İran’ın Suriye’ye etki edebilmesi açısından müthiş bir zâfiyet yaratmış durumda. Burada Rusya’nın gecikmesini anlayabiliriz. Halep’e kadar girdiler, ilk 48 saatte büyük bir başarı kazandılar. Normalde Rusya cephede olsa belki hemen bombalamaya başlardı İdlib’de. Lojistik destek ağlarını durdurmaya çalışabilirdi. Hadi Rusya bunu yapamadı, ama İran’ın yapamamasının nedeni, tabiî ki Hizbullah’ın zayıflaması, Hasan Nasrallah’ın olmaması, kendi derdine düşmesi ve tabiî Kasım Süleymânî’nin yerine gelenlerin de –ki onların da bir kısmını İsrail hedefledi ve öldürdü– aynı stratejik zekâda, aynı stratejik kabiliyette, aynı bilgide, ağ kurma ve destek yaratma pozisyonunda olmaması.
Zamanlamaya baktığımızda, HTŞ açısından zayıflayan bir Esad rejimi çok bâriz bir şekilde zâten gelen bir şeydi. Çünkü Esad rejimi bütünüyle Rusya ve İran’a bağlı, kendi ordusunu güçlendiremiyor ve böyle bir durumda bunun geleceği üç aşağı beş yukarı beş yukarı belliydi. Fakat buraya tabiî Batı açısından da bakmak gerek. Zannediliyor ki bu gelişme sanki Amerika ve İsrail’in de çok istediği bir şeydi.

Ruşen Çakır: İngiltere de var Ömer, unutma.
Ömer Taşpınar: Onu diyorum Ruşen. Bu konuda çok bilgili, benim değer verdiğim, gayet detaylı bilgiler veren insanlar cümlenin bir yerinde, “Unutmayalım ki bu işin arkasında Amerika, hatta sonrasında belki de İngiltere vardır” dediklerinde, ben şunu bekliyorum: Tamam, bâzı nedenlerle İngiltere tabiî ki emperyal bir güç olarak bölgedeki sınırları çizdi ve bugün bölgede sınırlar değişiyorsa bunun arkasında gene İngiltere vardır. Hadi Amerika’yı anlıyorum, bir süper güç; ama “Amerikan CIA’ini İngiltere yönetiyor” demek, benim Arap dünyasından çok âşinâ olduğum bir komplocu mantık. Acem dünyasında da bu vardır. Hattâ tanıdığım bâzı İranlı analistlerden, Humeyni’nin bile bir CIA ajanı olduğu gibi yaratıcı komplolar duydum ben. CIA’in İngiltere tarafından yönetildiği de İran ve Arap dünyasında çok makbul görülen bir komplo teorisi. Bunların arkasında, 1953’te İran’da yapılan darbe yatıyor. İran’da dinamikleri değerlendirirken bunun arkasında her zaman İngiltere ve Amerika olduğuna dâir komplocu mantık var.
Amerika ve İsrail açısından Esad’ın ve Suriye’de İran’ın zayıflaması tabiî ki tercih edilebilecek bir şey olarak yorumlanabilir. Ama şunu da açıklamak lâzım: Bugün Suriye’de Amerika’nın gözündeki ana tehdit hâlâ IŞİD. Türkiye’de insanlar buna gülüyor; çünkü Türkiye’de kimse IŞİD’i yeterince ciddîye almadı. Türkiye’de devlet de IŞİD’i ciddîye almadı, kamuoyu da ciddîye almadı. Ama bu Amerika’nın IŞİD’i ciddîye almadığı anlamına gelmiyor. Tabiî burada da bir komplo teorisiyle karşı karşıya kalabiliriz. “IŞİD’i yaratan zâten Amerika” dediğimizde, aynı komplo teorisine düşüyoruz.

Ruşen Çakır: Gönül, bir şey söyleyecektin sanıyorum, sen söyle, sorunu da ardından sorayım. 
Gönül Tol: Öncelikle bu ses için dinleyicilerimizden çok özür diliyoruz. Ama sokağımızda çalışma var, yapabileceğimiz bir şey yok. Önce hemen şunu söyleyeyim: “IŞİD’i Amerika yarattı” teorisi, “Bugün olanların arkasında İngiltere var” gibi fantastik bir şey değil. IŞİD’i ortaya çıkaran faktörlere baktığınızda, Irak’ın işgali çok başat bir rol oynuyor. O anlamda önemli etkisi olabilir; o, bütünüyle komplocu bir bakış değil.
Bir de şu zamanlama konusunda bir şey söylemek istiyorum. HTŞ bu operasyonu daha evvel gerçekleştirmek istemişti, Türkiye bunu veto etmişti. Peki Türkiye’nin neden şimdi “Tamam” dediğini düşünmek lâzım. Türkiye açısından zamanlama konusuna baktığımızda birkaç şey öne çıkıyor: Birincisi, HTŞ bunu ekim ayında yapmak istediğinde Türkiye Astana Zirvesi’ni bekledi. Kasım başında Astana Zirvesi yapıldı. Biliyorsun Türkiye, İran ve Rusya rejimiyle birlikte Astana sürecinin bir parçası. Türkiye neden Astana Zirvesi’ni bekledi? Çünkü Erdoğan “Kuzey Suriye’ye gireceğiz” diye bir süredir söylüyordu. Türkiye buradaki terörist unsurları sona erdirmek için bir operasyonun sinyalini veriyordu. Erdoğan YPG’ye, Suriye Demokratik Güçleri’ne böyle bir operasyon yapma arzusunu dile getiriyordu. Bence, Türkiye Astana Zirvesi’nde bunu yeniden dile getirip Rusya’nın ne diyeceğini görmek ve test etmek istedi.
İkincisi, Erdoğan Esad’la bir süredir ilişkileri normalleştirmek istiyordu biliyorsun. Bu, Türkiye’deki mültecilerin Suriye’ye gönderilmesi açısından önemli. Bence Erdoğan Astana’da Türkiye açısından bu iki mevzûyu konuşmak istedi. Fakat zirveden sonra özellikle Rusya, “Türkiye’nin Suriye içerisinde operasyonu kabul edilemez. Türkiye bütünüyle çıkmalıdır” şeklinde açıklamalar yaptı. Bu neyi gösteriyor? Anladığımız kadarıyla Türkiye Astana Zirvesi’nde hem YPG’ye karşı müdâhale talebini dile getirdi hem rejimle ilişkileri normalleştirme talebini dile getirdi, ama istediğini alamadı. Dolayısıyla HTŞ’ye döndü ve “Tamam ne yapmak istiyorsan yap, Halep’e gir” mesajı verdi. Bunlar zamanlamayı açıklayan iki faktör.
Ama tabiî bölgesel faktörler de var. Birincisi, hep söylediğimiz gibi, 7 Ekim’den bu yana Esad’ın müttefiklerinin zayıflaması söz konusu. Ama bence, Türkiye Esad’ın müttefiklerinin zayıfladığını, ama Esad’a karşı öfkeli olduklarını fark etti ve bundan da faydalanmak istedi. Neden öfkeliler? Meselâ hatırlayalım: İsrail tarafından Nasrallah’ın öldürülmesinden sonra Esad üç gün bir açıklama yayınlamadı — ki Nasrallah, yani Hizbullah 2011’den bu yana başlayan süreçte Esad’ı ayakta tutan başat güçlerden biri oldu. Ama Esad ne yaptı? İsrail-İran gerginliğinde mümkün olduğunca kenarda durmaya çalıştı. Bu İran’ı öfkelendirdi. Peki Putin’i öfkelendiren ne oldu? Putin Esad’a hep, “Reform yapman, özellikle askerini güçlendirmen gerekiyor, çünkü biz sonsuza kadar seni koruyamayız. O yüzden kurumlarını ve askerini güçlendirmen lâzım” diyordu. Bir de “Türkiye ile normalleş, YPG ile konuş” diyordu. Putin’in istediği, artık Suriye’de savaşın sona ermesi, çıkıp “Biz kazandık. Benim sâyemde Beşar Esad ayakta kaldı. Normalleşmeler başlasın. Rejim üzerindeki Batı yaptırımları kaldırılsın” demekti. Böylece Putin Ukrayna’ya konsantre olabilsin. Putin’in istediği şey buydu. Ama Esad orada da ayak diredi. O yüzden bence Türkiye şunu gördü: Öyle bir konjonktürdeyiz ki hem Rusya Ukrayna’da meşgul hem İran ve Hizbullah zayıflamış. Bir de bu müttefikler Esad’a karşı çok öfkeli — bu bir. İkincisi, “Ben yapmak istediğim şeyleri yapamıyorum. Girmek istiyorum YPG’ye karşı, giremiyorum. ‘El sıkışalım’ diyorum, Esad kabul etmiyor.” Halep hemen 48 saatte alındı. Halep’in 48 saatte alınmasının altında, rejimin askerî olarak çok zayıflamasının yanında, HTŞ’nin de ordusunu ne kadar profesyonelleştirdiğinin altını çizmek lâzım. Daha önce gördüğümüz gibi pejmürde milisler değil. Bunlar, drone kullanan, gayet profesyonel görünen kişiler. Biliyorsun İdlib’i HTŞ yönetiyor. Colani’nin orada kurduğu kurumlara bakmak lâzım. Hattâ orada asker yetiştirmek için savaş akademisi bile kurdular. Çünkü Colani, “Biz bir terör örgütü değiliz. Amerika ve Türkiye bizi terör örgütü olarak görüyor, ama biz yönetime tâlibiz” diyor. O yüzden bir PR stratejisi olarak Colani kendi örgütünü böyle ılımlı, işleri gayet iyi yönetebilen ve ülkenin tamâmını da yönetebilecek kapasitede bir örgüt imajı çizmeye çalışıyordu. O nedenle Halep’i alır almaz çok ilginç şeyler yaptılar. Meselâ oradaki savunma fabrikalarının elektriğini kestiler ve Halep’te yaşayan sivil insanlar, uzun zamandan sonra ilk kez elektriğe kavuştular. Ya da hemen İdlib’den Halep’e 100 bin ekmek gönderdiler. Veya Kürtlere, “Bizim sizinle bir derdimiz yok. Siz de bu ülkenin insanısınız” dedi. Ya da Hıristiyanların kiliseye gitmelerine izin verdiler. Colani bütün bu imaj çalışması ile “Biz Batı’nın da muhâtap alabileceği, bu ülkeyi yönetmeye tâlip ve halkın sorunlarını çözme kapasitesi olan bir oluşumuz” mesajını vermeye çalışıyor. O yüzden Halep’in bu kadar çabuk düşmesinde pek çok faktör var, bunu söylemek istiyorum.

Ruşen Çakır: Ömer, biraz Kürtlerden bahsedelim. Şu âna kadar görüldüğü kadarıyla, Kürtler çatışmalardan genellikle kaçınıyorlar. Meselâ önce “Halep Uluslararası Havaalanı SDG’nin elinde” diye görüntüler çıktı; hattâ “Rejim onlara teslim ettié dendi; ama sonra bıraktılar. Ya da Halep’te iki Kürt mahallesinden aynı şekilde anlaşarak çekildiler. Hattâ Tel Rıfat’ta Türkiye destekli Suriye Millî Ordusu’na karşı da direnmedikleri ve çatışmadıkları söyleniyor. Bir tür bekle-gör politikası izliyorlar gibi. Burada kendilerini bu sürece çok fazla dâhil etmek istemiyorlar gibi, ne dersin?
Ömer Taşpınar: Bana göre Kürtler Fırat’ın batısında çok güçlü değil. Bir şekilde merkez ağırlığı olarak Fırat’ın doğusunu kabul etmiş durumdalar. HTŞ, Kürtlerle savaşırsa, IŞİD’i en çok dengeleyen ve bir şekilde dünyayı kurtaran güçle savaşıyor durumuna da düşmek istemiyor olabilir. Burada tabiî Türkiye’nin amacı çok önemli. Bu meseleye dünyadan baktığımızda, HTŞ her ne kadar Türkiye’nin tam kontrolü altında olmasa da bu kadar askerî hamle yapabilmesi, bu kadar hazırlık yapması, profesyonelleşmesi, Türkiye’nin göz yummasıyla olmuş bir şey. HTŞ’nin bundan sonra atacağı adımlarda Türkiye, “Ben bunu kontrol edemiyorum” deme lüksüne çok sâhip değil. Dünyanın gözünde bu HTŞ meselesi ve tabiî ki daha da direkt olarak Suriye Millî Ordusu, yani Esad’la ve İran’a yakın güçlerle savaşan bu direniş cephesi, şu anda Türkiye’nin kontrolünde. Dolayısıyla bu, Türkiye’nin ciddî bir hamlesi. Ama uluslararası basında, Türkiye’nin Suriye’deki asıl meselesi de her zaman olduğu gibi Kürtler olarak algılanıyor. Hatırlarsan bir şekilde hep bunu konuşuyorduk; son yapılan açılımda, “Bölgede dinamikler bunu gerektiriyor, sınırlar değişebilir” deniyordu. Herhalde mantıklı olan buymuş. “Bir şekilde sınırlar değişiyor ve Kürtler güçlenebilir” mantığı, Türkiye’nin, SDG ve dolayısıyla YPG konusunda, Suriye’deki Kürtler konusunda istediklerini elde edememiş olmasından kaynaklanıyor. Çünkü Türkiye’nin amacı YPG’nin rejimle oturup konuşması, rejimin de YPG üzerinde üstünlük kurmasıydı. Türkiye’nin bir şekilde YPG güçlerinin rejime entegre edilmesi gibi bir amacı vardı. Ama bunun olmayacağı ortaya çıktı. Aynı zamanda, bence Mazlum Kobani’nin yaptığı açıklamalarda Abdullah Öcalan hapisten çıksa da veya bir şekilde “Silâh bırakın” dese de bunun o kadar kolay olmayacağının, Abdullah Öcalan’ın öyle bir şey demeyeceğinin ortaya çıkması da bence bu durumda etkili oldu. Türkiye’nin bu işlere yeşil ışık yakması, biraz da kendisinin YPG ve Kürtler konusunda isteyeceğini diplomatik ve barışçıl yollarla elde edemeyeceğini anlaması sonucunda ortaya çıktı.
Şimdi burada Kürtlerin önünde çok önemli bir dönüm noktası var. Trump ne yapacak? Trump geldi, göreve başlayacak. Herkes Trump’ın asker çekeceğini söylüyordu. Irak’tan asker çekerse, Suriye’den de çekmek zorunda kalacak. Çünkü Irak’taki güçler Suriye’yi takviye ediyor. Dolayısıyla Kürtler ortada cascavlak kalacaklar ve bu Türkiye’nin istediği bir şey. Bir bakıma, Amerika’nın çıkmasını İran da Esad da istiyor. Böyle bir uzlaşı var. Bu duruma baktığımızda, benim demin bahsettiğim IŞİD’le mücâdele meselesi ortaya çıkıyor. Dünya ve Batı basını buna nasıl bakıyor dediğimizde, bütün bu gelişmeler, Suriye’de IŞİD’in tekrar ortaya çıkmasını ve güçlenmesini kuvvetlendirir mi sorusu hep soruluyor.

Ruşen Çakır: Hattâ biliyorsun, Irak da konuşulmaya başlandı. Irak’ta IŞİD’in tekrar güçlenme ihtimâlinden bahsediliyor.
Ömer Taşpınar: Irak’ta bir merkezî hükümet var. Her ne kadar Irak zayıflamış bir devlet olsa da Suriye kadar zayıf ve Suriye kadar parçalanmış durumda değil. Dolayısıyla, IŞİD’in tekrar Musul’da bir güç göstermesi, Suriye topraklarında bir güç göstermesinden daha zor gibi geliyor bana. Suriye’de zâten elinde tuttuğu yerler var. Suriye’de tekrar güçlenme ve palazlanma ihtimâli artmış durumda. Her ne kadar HTŞ kendini Taliban gibi göstermemeye çalışsa, “Biz daha ılımlıyız” dese de, Hıristiyanlara göz kırpsa, Kürtlerle savaşmasa da, bunlar dünyanın gözünde cihadcı bir örgüt. Bu cihadcı örgütler farklı renklerde geliyorlar. Bir tânesi IŞİD, bir tânesi IŞİD karşıtı, bir tânesi El Kaide. “Bunlar çok farklı” diyecek sofistikasyonda bir Batı, bir Trump yönetimi var mı? Ben bundan da çok emin değilim. Şu anki dinamikler, IŞİD’in tekrar güçlenmesini, tekrar ortaya çıkmasını sağlayacak bir ortam yaratmış durumda.
Normal şartlarda, Trump, CENTCOM komutanlarına her ne kadar siyâsî nedenlerle “Askeri çekmek istiyorum, bıktık artık bu Ortadoğu da bulunmaktan, Suriye’den de Irak’tan da çıkalım” diyecek olsa da, CENTCOM komutanları, tıpkı 2019 yılında Trump aynı emirleri verdiğinde yaptıkları gibi, bir şekilde bunu yavaştan almaya çalışacaklardır. “Bizim buradaki varlığımız Irak’ta da Suriye’de de sonuçta IŞİD’le mücâdeleyi birinci stratejik objektif olarak görüyor. IŞİD’in güçlenme yoluna gittiği bir ortamda bizim asker çekmemiz mantıklı değil” diyeceklerdir. Bu da tabiî ki Türkiye’nin asıl amacı olan Amerika’nın bölgeden çıkması ve YPG’nin bir şekilde onları koruyan hava gücünden, Amerikan askerî lojistik gücünden yoksun kalması durumunu yaratmayabilir. O açıdan baktığımızda, bu gelişmeler şu anda Türkiye’nin lehine gelişiyor, Türkiye güçleniyor gibi görüyoruz; ama uzun dönemde bence Türkiye Trump yönetimiyle masaya oturduğunda Trump’ın kolay kolay belki de asker çekemeyeceğini de görebilir. Trump “Yaparım, yapacağız, edeceğiz” diyebilir. Ama benim görebildiğim kadarıyla, Pentagon’daki, CENTCOM’daki hava ve özellikle bu Kürtlerle çalışan “Özel Güçler” dediğimiz Special Forces câmiası, Kürtleri tek başına bırakmak ve IŞİD’le mücâdelede bir şekilde Kürtlerin desteğinden mahrum kalmak istemeyecek. IŞİD’le mücâdele sırf hava gücüyle yapılacak bir şey değil. Orada biliyorsun âileleriyle bütün IŞİD’lilerin olduğu bir kamp var ve onun elde tutulması bile çok zor bir şey.
Burada bekleyeceğimiz pazarlık, muhtemelen Trump ile Erdoğan arasında olacak. Erdoğan muhtemelen, “Siz buradan çıkın, biz IŞİD’le mücâdeleyi üstümüze alırız. Biz o kampı yönetiriz. Biz her şeyi yaparız” diyecektir. Trump’ı bu yönde etkileme kabiliyeti ve iknâ ediciliği de olabilir. Trump muhtemelen bunu, “Türkler bana böyle dedi, Türkler girecekler buraya ve kendileri yönetecekler” diye bir koz olarak CENTCOM’a karşı kullanacaktır. O zaman Türkiye ile YPG, Kürtler arasında yeni bir çatışma da yaşanma ihtimâli yükselir. Bana göre tehlikeli bir döneme doğru giriyoruz. Hem Kürtler açısından bilinmeyenler var hem Türkiye açısından bâzı bilinmeyenler var. Bütün gözler bence şu anda Trump’ın nasıl bir politika izleyeceği üzerine de odaklanmış durumda.

Ruşen Çakır: Gönül, geleceği konuşmaya başladık. Yavaş yavaş toparlayalım. Çünkü sizlerin işleriniz var, biliyorum. Bu üçe bölünmüş Suriye ya da üç ayrı devlet olmasa bile federatif bir Suriye, yani Sünnî Araplar, Alevî Araplar ve Kürtler şeklindeki bir bölünme ihtimâli şimdi çok daha yoğun bir şekilde konuşulmaya başlandı. Böyle bir ihtimal hakîkaten artıyor mu? Kim yapacak, nasıl yapacak bilmiyorum; ama Esad’ın artık yapamayacağı yolunda çok güçlü emâreler var, Suriye, yine güçlü ve herkesi bir çatı altında toplayan bir devlet olarak mı yoluna devam edecek?
Gönül Tol: Suriye’nin bölünmesi ya da nasıl bir federatif yapıya gideceği konusundaki gelişmeleri belirleyecek olan Esad’ın kendisi değil. Burada önce Rusya’nın bunu desteklemeye karar vermesi gerekiyor. Esad, kendi sınırlarını kontrol edemeyen, çok zayıflamış ve uyuşturucu ticâretiyle kendisini ve çevresindekileri ayakta tutan bir lider. Şam da dahi, Alevî kesime baktığımızda çok ciddî bir memnûniyetsizlik var. Tamam bunlar rejimin arkasında duruyorlar; ama hiç kimse gidip rejim için de savaşmak istemiyor. Bu çok önemli. Esad asker bulmaya çalışıyor ve artık bulamıyor. Çünkü ekonomik sorunlar var. Kurumlar işlemiyor.
Ömer Taşpınar: Askerlere verilen maaş aylık 30 dolar. 
Gönül Tol: Dolayısıyla Esad’ı destekleyen insanlar dahi bıkmış durumda. Bu sürdürülebilir bir durum değil. Bir sonuca varılması gerekiyor. Bunun için de bir uluslararası uzlaşı gerekiyor. O uluslararası uzlaşının içerisinde herkes var. Rusya da, Türkiye de, Arap ülkeleri de var. Senin sorduğun, “Bir federatif yapıya doğru gider mi?” sorusuna, “Evet, gidebilir” diyebiliriz. Ama bunun için, dediğim gibi bir masa etrâfında toplanılması ve “İşler bu şekilde yürümüyor ve savaş bu şekilde bitmeyecek” denmesi gerekiyor. Rusya en kritik aktör ve bugüne kadar iknâ olmadı. Rusya, “Esad bütün ülkeyi kontrolü altına alacak” diye düşünüyordu. Hattâ çok yakın bir zamâna kadar Türkiye ile Esad rejimi arasında anlaşılamayan noktalardan bir tânesi, Türkiye, “1998’deki Adana Anlaşması’na dönelim. Ama çok daha derin bir alanda bir güvenlik koridorum olsun ki terörist unsurlarla mücâdele etmek için o derinliğe girebileyim” diyor. Esad ise, “O kadar derine giremezsin. Tamam, Adana Anlaşması’nı imzalayalım, ama çok daha kısıtlı bir alan veririm” diyordu. Şimdi Esad ve Türkiye arasında bu böyle bir itiş kakış var, bu talepler konusunda uzlaşılamıyor. Orada bile Rusya’nın tavrını görüyorsunuz. Rusya Esad’ın bütün Suriye’yi kontrolü altına alabileceği beklentisinden vazgeçmiş değil. Rusya vazgeçmediği sürece de o federatif oluşum, diplomatik yolla çözme, bana zor görünüyor.
Ömer’in söylediği şey çok önemli, katılıyorum. Türkiye için bu bir risk oluşturuyor. Bugün bütün Batılı gazetelere bakın, “Türkiye kazandı, Türkiye’nin eli çok kuvvetli” diyor. Evet, şu noktada Türkiye’nin eli kuvvetli, ama bence gerçekten çok büyük riskler de içeriyor. Neden riskler içeriyor? Birkaç sebebi var. Birincisi, Türkiye’nin, HTŞ dediğimiz örgüt üzerinde bir etkisi olduğu su götürmez bir gerçek. Çünkü Hatay’dan girdiğinizde İdlib hemen orada, sınırın o tarafını Türkiye kontrol ediyor. Yardımlar oradan gidiyor. Dolayısıyla Türkiye, yaptığı her şeyle, aslında HTŞ’nin orada bir yönetim olarak yönetme kapasitesini güçlendirdi. Bu HTŞ’nin hem meşruiyetini artırdı hem biraz önce bahsettiğimiz kurumları kurmasını sağladı, hem bir anlamda Astana Süreci ve İdlib anlaşması ile HTŞ’yi Rusya’nın ve rejimin eylemlerinden korudu. Yani Türkiye HTŞ’ye korunaklı bir alan yarattı. Burada “Türkiye HTŞ’yi silâhlandırıyor” diyenler de var. Ama onu bilemiyorum, ben ona dâir direkt bir şey görmedim. Fakat Türkiye’nin varlığının HTŞ’yi güçlendirdiği çok açık. Bu, Türkiye’ye bir güç atfediyor. HTŞ üzerinde bir etkisi var, ama bütünüyle de HTŞ’yi kontrol ettiğini düşünmüyorum. Colani dediğimiz adam Bağdadi’ye kafa tutmuş bir insan. Biliyorsun, IŞİD’den ve El Kaide’den ayrıldı, kendi ajandası var. Türkiye’nin yüzde yüz kontrolünde olmayan bir örgüt, eğer bu şekilde ilerlemeye devam ederse, Erdoğan’ın dur dediği yerde durmazsa… Erdoğan’ın istediği, bir şekilde Türkiye’nin eli güçlensin ve bir noktada Esad ile anlaşılsın değil mi? Onun için de HTŞ’nin Türkiye’nin dur dediği yerde durması gerekiyor. Eğer durmazsa, Türkiye açısından o zaman çok kaotik bir şey olabilir. Rejimin devrilmesi ya da istikrarsızlığın olması, farklı şeylere bölünmesi, Türkiye’nin en korkması gereken dinamikleri ortaya çıkaracak. Nedir o? Yeniden Suriye’den bir mülteci akını, IŞİD’in güçlenmesi. Bu kaosta IŞİD’in güçleneceği çok açık. IŞİD en çok Türkiye’ye tehdit arz ediyor. Türkiye içerisinde henüz uyuyan ama çok ciddî bir IŞİD yapılanması var. Şu anda Türkiye’nin eli güçlü olabilir. Ama bu Suriye içerisindeki dinamikleri bütünüyle risksiz bir şekilde Türkiye’nin şekillendirebileceği anlamına gelmiyor.

Ruşen Çakır: Ömer, sen ne dersin? Federasyon ihtimâli gerçekten güçlenecek mi, yoksa bir şekilde uluslararası güçler, belki yeni bir isim ya da yeni bir koalisyonla Suriye’yi bir arada tutmanın yolunu bulabilecekler mi?
Ömer Taşpınar: Federasyon bugün Irak’ın içinde olduğu durum. Federasyon bir merkez gerektiriyor, işleyen bir devlet gerektiriyor, uluslararası bir süreç gerektiriyor. Minimum bir devletin çalışmasını gerektiriyor. Bence Suriye’de karşı karşıya kaldığımız durum federasyon değil parçalanma durumu ve iç savaşın daha da sertleşeceği bir durum. Federasyondan çok uzağız bence; böyle bir anlaşma ortaya çıkması çok zor. Bugün Türkiye’nin eli belirli açılardan güçlenmiş durumda. Türk televizyonlarına baktığımda, Amerika’nın, İsrail’in etkisini konuşuyorlar. Dünya da Türkiye’nin etkisini konuşuyor. Burada Türkiye’nin rejimle belirli açılardan pazarlık yapmak için eli güçlenmiş durumda. Antalya’ya gelen daha alt seviyede bir grup var rejimden. Burada belki Erdoğan’la Esad arasında çok yakında bir görüşme olmayabilir; ama İbrahim Kalın ve Hakan Fidan seviyesinde, MİT seviyesinde, Türkiye’nin daha lehine bâzı şartların kabul edilebileceği bir ortama doğru gidiyor olabiliriz. Bu, önümüzdeki haftalarda sâhadaki gelişmelerin nasıl gelişeceğine de bağlı. Fakat sonuçta Türkiye açısından şu anda belirli kazanımlar gösteren, ama risklerin de uzun dönemde olduğu bir mayın tarlası var karşımızda. O nedenle kısa dönemde Türkiye’nin bu göreceli başarıyı stratejik bir hamleye çevirmek için kendisinin de belirli esneklikler göstermesi gerekiyor. Aksi takdirde, durum çok sertleşecek gibi gözüküyor. Rusya çok daha sert bir şekilde İdlib’i bombalamaya başlayabilir. Rusya bunu yapmakta gecikti, bunu yapabilir. İdlib’in çok daha sert bombalandığı bir yerde, Türkiye hem asker hem milyonlar kaybedebilir. İki üç milyon nüfustan bahsediyoruz. Bunlar Türkiye sınırına geldiğinde, Türkiye’nin bir şekilde manevra alanı daralır.
Bu arada Irak’tan gelen Haşdi Şabi güçleri de olacak. Ben rejimin düşeceğini öngöremiyorum açıkçası. HTŞ’nin de elinde belirli bir gücü var ve bu güçler de Türkiye’nin gözü önünde güçlendi. Şunu da unutmamak lâzım: Dünyanın gözünde, Rusya’nın, İran’ın, Batı’nın gözünde Astana Anlaşması’nda Türkiye’nin görevi HTŞ’yi silâhsızlandırmaktı. Türkiye belki HTŞ’yi silâhlandırmadı ama silâhsızlandırmadı ve silâhlanmasına da göz yumdu. Dolayısıyla, “Bu HTŞ dediğimiz kurum üzerinde bizim etkimiz yok. Biz asıl Suriye Millî Ordusu’nu kontrol ediyoruz” söylemi çok gerçekçi değil. Bunu Türkiye belirli açılardan da kullanabilmeli şu anda, ama kullanmasının da sınırları olacak. Çok açık bir şekilde İran ve Rusya ile masaya oturması gerekiyor. İran ve Rusya belki en başta bir afalladılar, bu kadar gelişmeyi beklemiyorlardı; ama şimdi yavaş yavaş devredeler. Bana, Türkiye açısından da zor bir döneme giriyoruz gibi geliyor.
Gönül Tol: Şunu söyleyerek bitirelim: Rusya için herkes “Rusya Suriye’den vazgeçti, Halep’in düşmesine hiç yanıt vermedi” diyor ya? Ama şunu söylemek lâzım: Evet, Rusya’nın Suriye içerisinde askerî varlığı çok zayıfladı. Wagner Grubu’nu çekti, S-300’leri çekti, ama Rusya’nın Suriye’den vazgeçmeyeceğini anlamak için Suriye’nin ne anlam ifâde ettiğini hatırlamak gerekiyor. Suriye Rusya’ya, kendisini Ortadoğu’daki ülkelere ve hattâ o global Güney denen ülkelere, Amerika’dan çok daha iyi bir müttefik olarak sunma kapasitesi verdi. “Bak Esad benim müttefikim ve asla bırakmadım. Gerekirse müttefikimi korumak için askerî olarak müdâhil oldum” dedi. Bu onun aslında hem Ortadoğu’ya eli güçlü şekilde girmesini sağladı hem de global Güney arasındaki ülkelerde güçlü bir savunma işbirliğine sebep oldu. Dolayısıyla eğer şimdi bırakırsa o imaj dağılacak ve bu Rusya’nın isteyeceği bir şey değil. O nedenle Rusya Esad’ı korumak için daha net adımlar atacaktır.

Ruşen Çakır: Bu arada, belki haberiniz vardır, ben biraz önce gördüm. Trump’ın kabinesinde yine bir fire varmış. Tam da bu konularla ilgilenmesi gereken, Savunma Bakanlığı için adı geçen Pete Hegseth, alkol bağımlılığı ve cinsel tâciz iddiaları nedeniyle gidiyormuş ve yerine galiba Florida Vâlisi DeSantis geliyormuş. Trump’a rakipti. Bir de böyle bir şey var, hani “Trump göreve gelecek, şunu yapacak, bunu yapacak” diyoruz ya? En son bir FBI direktörü gördüm, trolmüş galiba kendisi, değil mi?
Ömer Taşpınar: Boşver sen, artık “Trump iyi, çevresi kötü” diyeceğiz.

Ruşen Çakır: Tamam, öyle olsun bakalım. Çok sağ olun arkadaşlar. Daha bunu çok konuşacağız belli ki. Çok olağanüstü gelişmeler olursa, özel yayın yaparız, onu da söyleyeyim. Gönül Tol ve Ömer Taşpınar’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de çok teşekkür ediyoruz, iyi günler.



Destek olmak ister misiniz?
Doğru haber, özgün ve özgür yorum ihtiyacı
Bugün dünyada gazeteciler birer aktivist olmaya zorlanıyor. Bu durum, kutuplaşmanın alabildiğine keskin olduğu Türkiye'de daha fazla karşımıza çıkıyor. Halbuki gazeteci, elinden geldiğince, doğru haber ile özgün ve özgür yorumla toplumun tüm kesimlerine ulaşmaya çalışmalı ve bu yolla, kutuplaşmayı artırma değil azaltmayı kendine hedef edinmeli. Devamı için

Son makaleler (10)
15.12.2024 11 soruda, YPG ya kendini fesheder mi ya da feshedilir mi?
15.12.2024 Murat Yetkin ile söyleşi: Meraklısı İçin Ortadoğu Kitabı
08.12.2024 Hamas, Hizbullah ve Esad: İran’ın “Direniş Ekseni” tarihe karışırken
06.12.2024 Behlül Özkan ile söyleşi: 1982’deki Müslüman Kardeşler’in Hama ayaklanmasından bugüne
04.12.2024 Murat Özçelik ile söyleşi: Türkiye Suriye’de ne yapabilir? Ne yapmalı?
04.12.2024 Transatlantik: Suriye’de neler oluyor? Neler olabilir?
02.12.2024 Eski PKK yöneticisi Nizamettin Taş: "PKK’nin Öcalan’a bağlılığı özde değil, ağırlıklı olarak sözdedir”
01.12.2024 RTÜK İslam dinini kurtarabilir mi?
27.11.2024 Transatlantik: Lübnan’da ateşkes - Ukrayna savaşında son durum - Trump gün sayıyor
24.11.2024 Kürt realitesi, Kürt sorunu realitesi, Kürt siyasi hareketi realitesi
15.12.2024 11 soruda, YPG ya kendini fesheder mi ya da feshedilir mi?
22.09.2024 Ruşen Çakır nivîsî: Di benda hevdîtina Erdogan û Esed de
17.06.2023 Au pays du RAKI : Entretien avec François GEORGEON
21.03.2022 Ruşen Çakır: Laicism out, secularism in
19.08.2019 Erneute Amtsenthebung: Erdogans große Verzweiflung
05.05.2015 CHP-şi Goşaonuş Sthrateji: Xetselaşi Coxo Phri-Elişina Mualefeti
03.04.2015 Djihadisti I polzuyutsya globalizatsiey I stanovitsya yeyo jertvami. Polnıy test intervyu s jilem kepelem
10.03.2015 Aya Ankara Az Kobani Darse Ebrat Khahad Gereft?
08.03.2015 La esperada operación de Mosul: ¿Combatirá Ankara contra el Estado Islámico (de Irak y el Levante)?
18.07.2014 Ankarayi Miçin arevelki haşvehararı