Suriye’ye bakış konusunda tam da saflar netleşir gibi olmuştu ki o zamana kadar olup bitenlere bulaşmayıp uzaktan izlemekle yetinen Kürtler de sürece dahil olunca her şey altüst oldu. Ülkenin kuzeyinde yaşayan Kürtlerin bazı yerleşim birimlerinin denetimini devralması (ortada pek bir çatışma olmadığı için “ele geçirmek” fiili burada aşırı kaçar), ama daha önemlisi bunlardan dikkat çekici bir bölümünün “PKK’nın Suriye kolu” olarak bilinen PYD’ye (Demokratik Birlik Partisi) bağlı olması ülkemizde tam anlamıyla alarm verilmesine neden oldu.
Birbirinden farklı kişi ve çevrelerin Ankara’yı “Kuzey Suriye”ye müdahaleye davet ettiklerini görüyoruz. Herhalde Başbakan Erdoğan’ın bu konuda peş peşe yaptığı açıklamalarda olayın esas olarak güvenlik boyutunun öne çıkarmasından ve askeri müdahale ihtimalini bir seçenek olarak dile getirmesinden cesaret ve ilham alıyor olmalılar.
Halbuki Erdoğan’ın siyasi danışmanı, Ankara Milletvekili Yalçın Akdoğan’ın Star Gazetesi’nde dün çıkan yazısında da belirttiği gibi “Eğer yanlış sorun algıları üretirsek doğru tavırlar takınamaz, doğru çözümler üretemeyiz...”
“PYD’nin Türkiye sınırında uzanan bölgede etkinlik kazanması panikle karşılanmamalı, ama ciddi bir durum olarak ele alınmalı” diyen Akdoğan şöyle devam ediyor: “Sorun, Suriye’deki Kürtlerin belli haklara sahip olması olarak görülürse kategorik olarak Kürtlere karşı hasmane bir tutum takınılmış ve yanlış yapılmış olur.”
İki farklı kamuoyu
Şu anda yaşananın tam da bu olduğu kanısındayım. Suriye’de birkaç gün içinde yaşananlar, daha ne olduğu doğru düzgün anlaşılamamakla birlikte bazılarının içindeki Kürt fobisi yeniden canlanıyor ve Akdoğan’ın uyardığı gibi Suriye Kürtleri’ne karşı “hasmane tutum” her geçen gün daha fazla egemen oluyor. Halbuki benzer bir durumu Irak Kürtleri söz konusu olduğunda da yaşamış, yıllarca “aşiret reisi” vb. gibi tanımlamalarla küçük görmeye çalıştığımız Iraklı Kürt liderlerle zaman içinde yer yer stratejik özellikler taşıyan ortaklıklara bile gitmiştik.
Sorunu sadece Suriye Kürtleriyle ilişki bağlamında ele almak da son derece yanıltıcı olacaktır. Suriye’deki Kürtlere karşı tahammülsüz davranan bir yönetimin kendi Kürtlerinin gönlünü ve zihnini kazanması hiç de kolay olmayacaktır. Şöyle ki, bir süredir Türkiye’de Kürt sorunuyla ilgili herhangi bir gelişme yaşandığında birbirine taban tabana zıt iki farklı kamuoyu tepkisi ortaya çıkıyor: Kürtlerin büyük bölümünün sevindiğine Kürt olmayan kamuoyu üzülürken, aynı kesim Kürtlerin üzüldüğü durumlarda memnun oluyor ve tersi.
Bunu Suriye’ye uyarlayacak olursak; Türkiye’de yaşayan bir Kürdün, Suriye Kürtlerinin şu ya da bu kazanımından dolayı üzülüp kaygılanmasını beklemek hiç de gerçekçi olmayacaktır. Yine bir Türkiye Kürdünün, ülkesinin yöneticilerinin Suriye Kürtlerini esas olarak bir “tehdit” olarak algılamasından rahatsız olacağı da kesindir.
Esas cazibe merkezi
Şunu akıldan çıkarmamak lazım: Bölgede dört parçaya dağılmış olan Kürtler için gerek nüfus, gerek birçok açıdan gelişmiş düzeyi bakımından en önemli ülke Türkiye’dir. Irak, İran ve Suriye ne kadar “Ortadoğulu” ise Türkiye’nin de o kadar Avrupalı olduğu düşünüldüğünde ülkemizin tüm Kürtler için bir “cazibe merkezi” olduğu açıktır. Ancak biz kendi Kürt sorunumuzu çözmede ürkek ve korkak davrandığımız için Irak’ın kuzeyinde ortaya çıkan ve adım adım bağımsız devlet olmaya doğru yol alan Kürt yönetimi daha fazla cezbedici oldu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun konuyu Irak Kürt yönetimiyle görüşmeye gitmesi de Suriye Kürtlerinin Irak’ta yaşananları örnek aldığının kanıtı.
Eğer Kürt açılımını başarabilmiş olsaydık Suriye Kürtleri Türkiye’ye, yani Kamışlı Nusaybin’e bakıyor olacaktı; şimdi Nusaybin’de yaşayanların Kamışlı’ya bakıyor olmaları tek kelimeyle hazindir.